21 Ocak 2010 Perşembe

TEKEL DİRENİŞİ NEDEN ÖNEMLİ?


Türkiye’yi önce zihnen bölen sonra derin kamplara ayıran kurgusal denklemin dışında bir yerde durmasından.
Tekel direnişinin sendikaların örgütlediği yapay/tepkisel bir hareket olmadığı ortaya çıktı.
Referandum yaptılar, “Tamam mı? Devam mı?” dediler...
8180 işçi oy kullandı. 8150’si, “Devam, ulan...”dedi, “İnadına, devam”.
Bir başka kıymetli ayrıntıyı da atlamayın.
Direnen bu işçilerin ezici çoğunluğu AKP’ye oy veren dokuya ait...
Yani, ”Ayol, provokatif solcular bunlar...”diye şablona hapsederek önemsizleştiremeyeceğiniz sahici bir dinamiğe sahipler.
Geçen gün Taraf’ı aramışlar: “Bizim hakkımızda neden yazmıyorsunuz?”
Yayın organında gıcır köşesine kurulu dolma yutturulmuşlardan biri de o soğukta direnen işçileri paylamış,“Siz kolay muhalefet yapıyorsunuz...Bizim gibi askere karşı çıkarsanız doğrusunu yaparsınız. AB komiserlerini de çağırın...”
Sersemlik bazen gülümsetiveriyor...
Bu direniş dip dalgasıdır.
Misyonunuzun zihinlerde bulanıklık yaratan etkileri kendini haykıran gerçekleri iptal etmez.
Bu sonuna kadar haklı bir itirazdır. Ve, sahicidir...
Bakın direnen bir Tekel işçisi ne diyor?
“Siz Tekel işçisinin ne yaptığını görmek için yanımıza gelmiş olsaydınız bizim hangi bilinç düzeyinde olduğumuzun farkına varabilirdiniz. Biz sistemin diğer dişlileri olan CHP, MHP, DP, Saadet Partisi gibi partilerin bizim ne kadar yanımızda olabileceğinin farkındayız. Fakat onlar her şeye rağmen bu siyasi iktidarın köleleştirmeye çalıştığı işçilerin yanına gelerek bize desteklerini, bir çorba, bir çay ile sunmuşlardır.
(...)
Yazınızda değinmediğiniz tek konu AKP hükümetinin politikaları… 87 Yıllık Cumhuriyet tarihimizde en kötü hükümetlerin bile bir tuğla koyarak yaptığı bütün katkıları AKP’nin 7 yıl içinde yıkıp yok ettiğini ve emperyalist güçlere teslim ettiğini göremeyecek kadar körseniz, lütfen o elinizdeki kalemi bırakıp dışarı çıkın ve olan bitene bir göz atın. Hala bir şey anlayamadığınız takdirde buyurun gelin. Bu küçümsediğiniz ve dalga geçmeye çalıştığınız işçi sınıfının inanıyorum size öğreteceği çok şeyler olacaktır.”

Tekel işçisinin haklı direnişi tarihi önemdedir...Neden?
Bu savuran kavşakta, bize referans halatlarımızı fırlatacağımız babalar gibi yalın gerçekler sunuyor da ondan...
Orada direnenler arasında Kürtçe konuşan da var. Türban takan da...
Orada direnenler Türkiye mağduriyetinde eşittir. Kimlik değil, öteki değil, “biz” vardır.
Tıpkı, “kozmik hakimi takip” iddiasıyla durdurulan iki askeri araçtaki personelin durumu gibi...
”Askere giden erlerin hizmetçi olarak kullanılması” gerçeği ortaya saçılmadı mı?
Günlerdir kozmik oda konuşuyor Türkiye, kamplaşıyor...Ama tek bir gerçeği konuşmuyor. Vicdanımız; Umur Talu yazmasa kimse gözünün önünde olan gerçeği göremeyecek. Bu ülkede askerlik görevini, suç olmasına karşın, hizmetli olarak tamamlayan, sürdüren personel var.
Umur Talu, haberi göbeğinden yakalamış soruyor:
“Başta generaller, Silahlı Kuvvetler’de kaç kişi fiilen bu suçu işliyor? Bugüne kadar kaç subay, astsubay 114’ten mahkûm oldu? Burada (veya orada) cumhuriyet, demokrasi, hukuk devleti geçerli mi?”
Tekel işçisinin gerçeği gibi çırılçıplak ortada...
Gelin bunları manşetlere taşıyalım. Halkı uyandıracak sömürülerin peşine düşelim...
Yoksa yemişim sizin “cumhuriyetçi”liğinizi, “demokrat”lığınızı, “özgürlükçü”lüğünüzü, “halkçı”lığınızı, “insan hakları ve demokrasi” havariliğinizi...

TEKEL DİRENİŞİNİN MİTİNG VİRAJI


Hipodroma ulaştığımda manzara gerçekten görülmeye değerdi. Türkiyenin dört bir köşesinden gelen 700 otobüsten inen işçiler pankartlar altında toplanmaya başladı. Kortej gayet intizamlı bir ritimle şekillendi. Türk-İş Başkanları kortejin önünde yerini aldıktan sonra onbinler Sıhhiye meydanına doğru yürümeye başladı.
Bu arada Tekel işçileri de oturma eylemi yaptıkları Türk-İş’in önünden miting alanına doğru hareketlendi. Kortej, çocuk ve kadınlar önde yürümeye başladı. Bu arada Ankara’nın çeşitli yerlerinden farklı gruplar da meydanda yerlerini aldı.
Tekel işçilerinin ellerinde limon olması ise dikkat çekti. Abdi İpekçi Parkındaki saldırıya karşı sessiz bir tepkiydi bu...
Kürsüye Tek Gıda İş’ten Hatice Tören çıktı ve mücadelelerini son derece duygusal bir konuşma ile işçilere anlattı.
İtfaiye İşçileri adına konuşan Şenol Karlakuş AKP iktidarını hedefe oturttu. Önceki gece İstanbul’da yapılan ‘2010 Kültür Başkenti Kutlamaları’na harcanan milyonlara vurgu yapması dikkat çekti.
Şeker-İş adına Sema Akyol’un “Şeker’deki tehlikeyi” anlatmasından sonra kürsüye Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu çıktı.

KIRILMA ANI: ALİŞAN MI, EKMEK Mİ?

Türk-İş dışında DİSK, KESK, TTB ve benzeri kuruluşların temsilcilerini kürsüde gören Tekel işçisinde ise bir genel grev kararı açıklanacağı beklentisi oluştu.
Ancak oldukça yuvarlak cümlelerle genel ifadeler kullanan Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun konuşmasının hemen ardından Alişan konserinin anons edilmesi ise bardağı taşırdı...
“Biz buraya şarkı türkü dinlemeye gelmedik...Genel grev kararı nerede?” diyerek kürsüye fırlayan Tekel işçilerini Tek Gıda İş’in Şube Başkanları güçlükle sakinleştirdi.
Mitingin sonunda yaşananlar Tekel işçisinde bir moral bozukluğu ve öfke yarattı.
Tekel işçisi Nilüfer Laçin tepkilerini şöyle dillendirdi:
“Bu kadar insanı toplayıp bu kadar boş konuşması bizi delirtti...Genel grev kararı bekliyorduk. Aynı boş sözleri devam ettirdi. Bu iş Kumlu tarafında olduğu müddetçe biz kaybederiz...Bize destek vermedi...”
Tekel işçileri Sakarya caddesine döndükten kısa süre sonra birkaç arkadaşlarının rahatsızlanarak ambülansla hastaneye kaldırılması üzerine Türk-İş binasına girdi. Kısa süreli bir arbede yaşandı...”Kumlu istifa” sloganları üzerine Mustafa Türkel balkona çıkarak bir konuşma yaptı. Bu satırları kaleme aldığım saatte işçiler halen Türk-İş binasındaydı.

TEKEL İŞÇİSİNİN YÜKÜNÜ PAYLAŞMAK
Bu hayal kırıklığına neden olan ruh halini iyi anlamak lazım.
Ankara, Sakarya dün sabah itibarıyla bir çadır kente dönüştü. Her vilayet, her fabrika, destek veren her grup bir çadırda toplaştı...Ateşler yakıldı. Geceyarıları halaylar çekiliyor, horonlar tepiliyor...
Esnaf inanılmaz bir özveriyle destek veriyor. Ankara halkı ise adeta Tekel işçisinin lojistiği haline geldi...Kimi zaman yemek, kimi zaman yatacak yer sağlıyor. TTB, Türk-İş’in altında bir revir oluşturdu. Şimdiden tıka basa dolu...
Tek Gıda İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel’le miting öncesi sohbet ediyoruz, “Omuzumuzdaki yük çok ağır”diyor, “Tekel işçisinin direnişi tüm Türkiye’nin, hemen her kesimin hak arama mücadelesinin sembolü haline geldi...Yarın açlık grevine başlıyoruz...Sayın Baykal ve Sayın Bahçeli’den randevu istedik. BDP destek veriyor...Tekel işçisinin bu ağır yükünü artık paylaşmalıyız. Herkes destek vermeli...”
“Ölüm orucu kararı ne oldu?” diyorum...
“Tabipler Odası bizi uyardı...Tekel işçisi şeker ve B vitamini olmadan ölüm orucuna yatacaktı. Bu duruma insan bedeni en fazla bir hafta dayanabiliyormuş. Son derece ağır olacağını ve ölümlerin başlayacağını söylediler. İşçimiz bir hak arama mücadelesinde ama böylesi sertlikte bir eylem psikolojileri çökertir. Nihayetinde ekmek kavgasında sıradan insanlarız...Madem Türkiye Tekel işçisine destek veriyor...Siyaset, sivil toplum, örgütler desteğini vermeli.”diyor.

TEKEL DİRENİŞİ NEREYE GİDİYOR?
TOP BAYKAL VE BAHÇELİ’DE...

Tek Gıda İş Sendikası Başkanı Mustafa Türkel’in eylem planı an be an şekilleniyor...Dün mitingte yaşananlardan sonra yeni bir durum değerlendirmesi yapıyorlar...
Ancak ortada şöyle bir tablo var. Tekel işçisi 36 gündür eylemde... Mitingte Türk İş Başkanının konuşması işçide bir hayal kırıklığı yarattı ama kararlılık sürüyor. Türkiye muhalefetinin ağır yükünü Tekel işçisinin sırtından almak gerektiği inancındalar.
Bu nedenle CHP ve MHP Genel Başkanlarından randevu talep edildi ve siyasi partilerin de direnişe destek vermesi gerektiği söylendi.
Bugün CHP ve MHP de destek verirse Tekel işçisinin direnişi tam anlamıyla Türkiye meselesi olacak. Zira üç parti(BDP, CHP ve MHP) meclisi kilitleyebilir...İlk kez bir konuda; bu konuda mutabakat sağlarlarsa Tekel işçisinin yaktığı ateş büyüyebilir.
Şayet siyaset destek olmazsa? O halde bu yük 10 bin tekel işçisinin ve ailelerin sırtında kalacak...Süreç keskinleşebilir...
Zira işçi kararlı...Bu kararlılığı Sakarya caddesinde bir gece geçiren herkes görebilir.
Bu arada çok önemli bir bilgi de şu: AKP grubu içinde Tekel işçilerine destek veren milletvekilleri var. Bu milletvekilleri de ağırlıklı olarak güneydoğu kökenli.

SON SÖZ

Siyasetin ne yapacağı, işçinin genel grev beklentisinin uygulama imkanının olup olmadığı ve başka birçok şey tartışmaya muhtaç.
Ancak tartışılmayacak tek bir şey var...Tekel işçisi Ankara’nın soğuk betonlarına umut ekiyor. Taş beton inadına sıcak filizler veriyor...
İşçinin inancı umudun güneşi.

23 Aralık 2009 Çarşamba

BU YAZI BİR GECEYARISI YALNIZLIĞINDA YAZILDI


Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi yapmak istiyorum.
İzin verirseniz...
Size açık açık içimi dökmek...
Biliyorum. Oradasınız...Ve ne zaman, tasarlayarak değil de, gönlümden taşarak bu tuşlara, coşarak, vurmaya başlarsam...
Siz ben, ben siz oluyorum...O yazıların hemen ertesinde, ara sokakların loşunda beni tanıyıveren bazı okurlarım; kollarımdan tutup sarsıyor ve gülümseyerek, “O yazın...İşte o dokundu ve çok çok güzeldi” diyor. O yazı illa ki siyasi olmayanlar...
İçim taşıyor ve gene kimseler görmeden, küçük bir umutla, gözlerim yaşarıveriyor.
Çoğunuz, elbette, Nihat Genç’i soruyor. Sormayın...
Bir gün mutlaka...
Ama ötesinde bir kaç kelime edivereyim. Zira birikti...
Kapatmaya uğraşıyorum kendimi...Takip edebildiğim kadarıyla tarifsiz bir sevdayla sevdiğim bu kadim toprakların hal ve geleceğine ilişkin yorumlar yapmaya çalışıyorum.
Ötesinde de, şu aşamada anlatamadığım; anlatamayacağım ne varsa, sırf yarına kalsın diye yazıyorum...
Anlayan az ama öz.
İyi ki varsınız.
Bilmek ve güç almak o kadar önemli ve şahane...
Anlatamam.

KÖRLÜK

Binlerce Tekel işçisi Ankara’nın göbeğinde feci şekilde dövüldü.
Fabrikaları kapatılan, gelecekleri tehdit edilen bu işçiler aileleri, çocukları ve kendileri için onurlu bir hak arayışı sergiliyorlardı.
Hiçbir yere saldırmadılar. Kimseye zarar vermediler.
Türkiye’nin dört bir yanından gelip geleceklerini ellerinden alan hükümeti, demokratik haklarını kullanarak protesto ettiler.
Görüntüden rahatsız olan hükümet ise bu işçileri döverek dağıttırdı... Bu rezillik neresinden bakarsanız bakın önemli bir haberdir. Fakat dün dehşetle gördük ki hükümete yakın gazetelerin hiçbirinde bu olaylara yer verilmedi.
İktidara yakın bazı yazarlar ise hiç utanmadan hak ararken meydan dayağı yiyen işçilere “Ergenekoncu” göndermesi yapabildi.
Hak arayan işçiler “şer odağı”...Elbette dayak yiyecekler...Bunu haber yapan da zaten Ergenekon medyası...
Medyanın bu Goebbels’leri artık mide bulandırıyor.
İktidarın işçilere yönelik açık baskı, hak ihlali ve saldırılarını tartışamazken bu kalemlerin hemen her gün “demokrasi”, “özgürlükler” ve “açılım” kelimelerini ucuz bir sos gibi yazılarına boca etmelerini nasıl izah etmeliyiz?
İktidar ve medya ilişkisi gerçekten son derece sorunlu bir ülkede yaşıyoruz.
Bu sütünda, defalarca, bu ilişkinin yapısal bozukluğunun sistemin tamamını zehirlediğinden bahsetmişimdir.
Önceki gün Tekel işçilerinin maruz kaldığı çirkin ve kabul edilemez saldırıyı “görmeyerek” sicillerine unutulmaz bir çentik attı bu cenah.
Aslına bakarsanız şunu da açık açık konuşmak gerekmiyor mu? Konuşulması gereken konulara karar veren bir kollektif oluştu.
Medyanın her iki ayağı için geçerli bir tez bu...
Kürt meselesi konuşulacak...Konuşalım...Birileri memleket gündemine karar veriyor ve biz aylardır mesela “Kürt açılımı” konuşuyoruz.
Ciltler dolusu yazı yazıldı, binlerce saat yayında, yüzlerce farklı adam sadece bu meseleden konuştu.
Aylar geçti...Ortada somut tek bir şey var mı? Yok...
Bursa’da yerin yüzlerce metre altında 19 işçi gözgöre göre ölüyor. İşçileri bu kadar vahşi bir şekilde ölüme mahkum edenler hakkında insanlığımızdan utandıracak kadar az konuşuyoruz.
İstanbul’da itfaiye işçileri dayak yiyor...Gören bilen yok...Sendikacılar gözaltına alınıyor...İşiten yok.
Her ay binlerce insan işsiz kalıyor. Yuvalar dağılıyor, cinayetler artıyor, suç patlıyor...Biz ne konuşuyoruz? Demokrasi...
Kavramların içini boşaltıp, anlamını esnetmekte mahir bu adamların sicilini nereden okumak gerek?
Amerika’nın Irak işgalinden...
Tezkerenin tartışıldığı günlerde köşelerinden Amerika lehine avaz avaz bağıran bu “muhafazakar” kalemler Irak’ta bir milyon insanın öldürülmesi karşısında aynı şeyi yapmadılar mı?
Hemen kör oldular.
Dün Tekel işçilerinin maruz kaldığı saldırıyı göstermemeleri de aynı sebepten ötürü...
Körlük...Kasıtlı bir körlük bu...
Artan bu körlüğün nedeni çok açık.
Vicdansızlık ve ahlaksızlık...

29 Kasım 2009 Pazar

NEYİ KURBAN EDİYORUZ?

Bu bayram eve kapattım kendimi...
Her kapanış aslında içsel bir yolculuktur. Bu yolculukları giderek artan oranda daha çok seviyorum.
Filmlere, internete, yazılara, dostlardan gelen mesajlara bakıyorum.
Bazen böylesi sessizlik anlarında, ansızın bir gece vakti mesela, gelen tek bir mesaj, okunan tek bir satır sizi sarsar.
İster istemez insana; yaşama; sizi çevreleyen değerlere derinlikli bir bakışla yaklaşıp gerçekliğe teslim olursunuz.
Gecenin kör karanlığında bir anda o fotoğrafı gördüm.
Urfa’da arka tendonları kesilen boğanın halini...Bedeninin ağırlığını taşıyamadığı için arka ayakları kırılmış; kanlar içindeki debelenen o boğanın hali ve etrafındaki insanların yüz ifadeleri insanlığımdan utandırdı beni.
Önceki kurbanlarda, giderek artan oranda bu vahşet görüntüleri ortalığa saçılıyor. Yıllar önce rahmetli babamın İstanbul’da koç yerine büyük baş hayvan kesiminin artışını fark ederek, “Eskiden böyle bir şey yoktu. Sadece koç kesilirdi” dediğini hatırlıyorum.
Birisinin artık çıkıp yüksek sesle söylemesi gerek.
Bu kurban bayramı değil zulüm bayramı!..
Nefsinize zulüm ediyorsunuz. Zira amacınız Allah’a yaklaşmak değil önce midelerinizi sonra buzluğunuzu etle doldurmak.
Hatırlatmakta fayda var...
Kurban kesmek farz değildir.
İslamın beş şartından biri de değildir.
Her geçen yıl şahit olduğumuz görüntüler; kurulan hayvan pazarlarında koç yerine büyükbaş hayvanların sayısının artması neyin işareti?
Böylesi bir kurban bayramı insanı Allah’a yaklaştırır mı? Uzaklaştırır mı?
Hadis âlimi Abdurrezzak el Musannef çok önemli bir kaynaktır.
Ondan okursak: "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile sahabeden Ebu Menut el Ensari, mali durumları çok müsait olduğu halde, kurban bayramlarında kurban kesmezlerdi! Biz de kesersek herkes kurban kesmeyi farz zanneder diye!"
Muhyiddin İbn Arabi ve Mevlânâ’ya göre en büyük kurban nefistir.
Mesele nefsinizi kurban etmektir. Kaldı ki İbn Arabi’nin yazılarını batıni bir bakışla okuyan kimileri, kan dahi akıtmamak gerektiğini söyler.
Cüneyd-i Bağdadi, “Mina’da kurban kesen bir mü’min, eğer nefsinin bütün arzularını boğazlamazsa kurban kesmiş olmaz.” demiştir.
Nefsimizi kurban etme, ancak olumsuz her fiil ve durumu muhasebe ve murakabe sürecinden geçirerek Allah yolunda ve Allah için etkisiz hale getirmekle mümkün olabilir.
Bu inceliklere kafa yoracak kaç kişi var?”Efendim, halkımız bunları bilemez. Kurban sosyal bir gerçekliktir.”
Hadi oradan...Anlatılamaz mı?
Muhafazakarlıkta yarışan yeni elitlerimiz maaşallah medyanın yarısından fazlasını; onlarca televizyonu, yüzlerce radyoyu kontrol ediyor. Büyük kanalların kepazelik dolu haber bültenlerinden umudumuz elbette yok.
Görünen o ki onlar da bu manzaraya alışmışlar. Ver kanlı görüntüleri, koy müziği, gelsin rating...Zaten bu vahşetin yıllar içinde sıradanlaştırılmasıyla halkımız bu hale gelmedi mi?
Oysa müslüman geçinen TV kanallarımız da var. İktidar körleştirmesin. Bu fırsattır. Etkinizi biraz da gerçek İslam’ı anlatmak için kullanın.
O boğanın yol ortasında bu halde işkence edilerek öldürülmesinde sembolize olan “kurban halleri” hangi din alimi tarafından nasıl savunulabilir?
Televizyonlarda birbirinden kelli felli müslümanlar çıkıp halkımıza İslam’ı anlatıyorlar. Bir Allah’ın kulu da çıkıp halkımıza “kurban”ın neyi kurban etmek olduğunu anlatsın...
Ben gene söyleyeceğimi söyleyeyim.
Mesele kan akıtmak değildir. Mesele et istiflemek değildir.
Ve inanın müslümanlık bu değildir. Olamaz.
Bu açık bir zulümdür.

DUBAİ’Yİ ERGENEKON ÇÖKERTTİ.

Yıllar önce Pakistan’ın ilk özel haber kanalı GEO TV’yi kurmak için Karaçi’ye gitmiştim. CNNTURK’ü kuran Amerika’lı çekirdek ekip birkaç aylığına beni danışman olarak çağırmış ve Pakistan yollarına düşmüştüm.
Tamamı “expat”lardan oluşan bir ekibin üyesiydim. Bazıları Musevi, bazıları Amerikalı, bazıları Güney Afrikalı, bazıları Norveçli; tıpkı o Hollywood filmlerindeki (Ocean’s Eleven, Mission Impossible,vs) gibi konusunun uzmanı, arıza tiplerden oluşuyorduk.
Karaçi’de uzun namululu korumalarla dolaşmaya zorunluyduk.
Bırakın geceleri gündüzleri bile en basit alışverişleri yapmaya çarşıya çıkışımız çok sert protokollere tabiydi.
Müslüman ve Türk olmak beni fazlasıyla bunaltmıştı.
Zira, Pakistan’da Türk olmak inanamayacağınız bir özgürlüktür.
Neyse, aradan aylar geçti ve Dubai’ye gidecek ekibe seçildim.
Asıl takım oraya gitti ve ana yayın stüdyolarını kurmaya başladık.
Tam da o günlerde Dubai yükseliyordu.
Anlatılamaz bir ihtişamla giydirilmiş; enerjik, vizyoner, gelecek yüzyılın tüm yükselen değerlerini vaat eden Dubai baş döndürücüydü.
Kaldığım otelin tam karşısında Palm inşaatı yeni başlamıştı.
Kısıtlı tatil günlerimden birinde araba kiraladım ve o dev alışveriş merkezlerini dolaşmak için yollara düştüm.
Air Condition’lı arabamla otobanda giderken sağ şeritte bir otobüsü yavaş yavaş geçmeye başladım.
İster istemez kafamı çevirdim ve camları açık o tuhaf otobüste bana boş; bomboş gözlerle bakan onlarca insanı fark ediverdim. Ayağımı gazdan çektiğimi anımsıyorum. Yavaşladım...
O otobüsle aynı süratte giderken, o dayanılmaz çöl sıcağında camları açık bu otobüste tek tip giyinmiş bunca yanık tenli insanla göz göze geldim.
Tek tek gözlerine; hallerine bakmaya başladım.O kadar sarsıcıydı ki...
Ertesi gün, o uçsuz bucaksız çöle serpili dev tesislerin; şantiyelerin, beşyıldızlı otellerin, alışveriş merkezlerinin etrafındaki palmiyelerin gölgelerine sığınmış insan lekeleri dikkatimi çekmeye başladı.
Dubai işte tam burada yükseliyordu.
Dubai; ortadoğu’nun bu nadide incisi yoksul ülkelerden gelen yoksul amelelerin terlerinden inşa oluyordu.
Bakan gözlere kendini vaat eden “yükselen değerler”.
Gören gözlere ise “insanlığın yüzkarası” bir tablo.
O sıcağı ve nemi size nasıl anlatabilirim ki?
İslam’ın kendini iptal ettiği o dünyayı nasıl tasvir edebilirim?
O dayanılmaz sıcak ve nemde saatlerce çalışmanın ne demek olduğunu?
Mesai bittiğinde otobüslere binip, cehennem sıcağında, kontrollü gettolara transfer edilmenin ağırlığını?
“Modern hapishaneler”e giderken yanınızdan geçen Ferrari’lerin, jeep’lerin içindeki zengin Araplar’ın kaçamak bakışlarına bakmaya mecali olmayan Müslümanlar’ın halini?
Dubai benim için İslam’ın iflasıdır.
“Küreselleşmeye eklemlenmiş İslam’ın sonu Dubai olacaktır” dediğimi hatırlıyorum.
Bugün Dubai batıyor.
Batmalı.Ve elbette batsın.
“Faiz haramdır” diyemeyen her mürşid ve her müridi batmaya mahkumdur.
Bunu haykıramayanlar azade değil.
Dubai bugün değilse yarın; onun benzeri rejimler ve ruhunu satmış sahte iktidarlar kesinlikle çökecek.
Müslüman kardeşlerini sömüren, Irak’ta milyonlarca insan, kadın çocuk demeden katledilirken sesini çıkarmayan ve işine bakan, paradan para kazananlar çökecek.
Vahşi liberalizme iman et sonra “Allah” de!...
Allah senin belanı verir.
Önce bu dünyada sonra ahirette...
Ben demiyorum...Kur’an diyor...
Ah, pardon, belki Ergenekon’cular diyordur...
Zaten Dubai’nin bu acı verici ve şaşırtıcı çöküşü de Ergenekon’un planlarından biriydi...
Henüz ele geçmedi. Yakında bir bilgisayarın hard disc’inde şemasıyla çıkar. Şüpheniz olmasın.

3 Eylül 2009 Perşembe

BEYRUT...BEYRUT...

İnsan, yıllar yıllar sonra karşısına çıkan bir güzelliğe kaçınılmaz şekilde aşık olduğunda ilk duygusu onsuz geçen zamana yanmak olur.
Beyrut, bende bu duyguyu yarattı.
Lise yıllarında odamın duvarlarını, yaşıtlarımın aksine, popçuların değil Beyrut’un fotoğrafları süslerdi.
Gazeteciliğe tutkuyla bağlanmamın nedeni Coşkun Aral’ın ve Savaş Ay’ın 80’li yıllarda iç savaş sırasında Beyrut sokaklarında çektikleri fotoğraflar ve öyküleridir.
En büyük hayalim bu şehire gelip, o çok cepli sarı gazeteci yeleklerini giyip boynuma iki üç makine asarak, kurşun yağmuru altında fotoğraf çekebilmekti.
Sonradan tutkuya dönüşen bu hayalimi dünyanın başka çatışma alanlarında gerçekleştirdim. Ama Beyrut’a hiç gelemedim.
İsrail tarafından 33 gün bombalandığında en sert yayınları SKY’da yaptım...
Beyrut bombalanıyordu!...Nasıl durabildiğime, atlayıp gidemediğime hala şaşarım. Kısmet bugüneymiş.
Bir gece yarısı indik Beyrut’a...Havalimanından Hamra’daki otele kadar bu yorgun şehri izledim. Hayallere daldım...
Mimarisini nasıl tasvir edeyim?
Levanten pencerelerde yer yer mermi ve roket izleri duruyor.
Rüzgarda uçuşan tüllerin ardından turuncu ve flu ışıklar sızıyor. Bu eski binaların yanıbaşında karanlığı delip geçen modern rezidanslar inşa edilmiş. Ediliyor...
Herbiri milyonlarca dolara satılmış ve kapkaranlık...
Zira körfez zenginleri alıp yılda 15 gün geliyorlarmış...
Beyrut hakikati artık iyice aralara sıkışmış izlenimi veren eski binalarda saklı...Her pencere bir başka öyküyü usulce sunuyor... 30 yıl önce bu sokaklarda Falanjistler, Şii milisler, Emel militanları şarjör boşaltıyordu...Mermi sesleri yerini Fairuz’un kadife sesine terk etmiş...
Beni birkaç saat içinde nasıl içine aldı bu şehir?
Çok yaşamış, çok görmüş, çok ızdırap çekmiş ve hala tüm vakarıyla ayakta...
Etkisinin sırrı sakin ve bilgeleşmiş gücünde saklı. Tüm coğrafyaya uzun ve edebi dersler veren yorgun duvarları var bu şehrin. Köşe başlarındaki kuytular hala hainleri gizliyor elbet.
Ama önemi yok...Hristiyan tarafına geçiyorsunuz..A’raf...
Modernitenin tüm imajı ve markaları, “trendy” dekorasyona sahip barlar, cafeler, restoranlar, gece kulüpleri...Başdöndürücü...
Herkes için bir şey var bu şehirde...Ne arzu ederseniz.
En mühimi “bildik” otorite yok. Yani devlet yok aslında burada.
“Paspartu”n para...Herşeye ve herkese...
Yarın sabah alt üst olabilecek bir Babil kulesi inşa oluyor burada, Beyrut’ta...Hüzünlü bir melodiye kulak vermişken köşeden, tufahlıkla ama kontrast da yaratmadan, İbiza fırlıyor.
Sahilde son derece seksi giysiler içinde koşan dilberlerin yanında peçeli kadınlar yürüyor. Manzaranın görece absürdlüğüne şaşkınlıkla bakan tek sizsiniz.
Gücü ve güzelliği de içinde; burada saklı...Görebilene yaralarını göstermeye...Anlamaya çalışana hikayelerini anlatmaya hazır şuh bir bilge Beyrut...
Anlatacak o kadar şey vaadediyor ki durup, bir an, bu şehirde yavaşlamalı...Bir köşeye yerleşip durmalı ve izleyip dinlemeli.
Sanırım daha çok yazacağım bu şehri...
Bir iki önemli not...THY hergün iki kez uçuyor Beyrut’a ve vize yok.
Oteller oldukça ucuz...Türk olmak büyük avantaj...Müthiş sempatileri var bize...Buna mukabil Türkiye’ye giden Lübnan’lılara Türkiye vize uyguluyor ve özellikle kara yoluyla gelenlere polisimizin yaptıklarını yazmaya gerçekten utanıyorum. Doğruluğuna da inanmak istemiyorum.
Sözün özü....Anlatılmaz yaşanır. Ben hem yaşayacağım hem anlatacağım.