23 Aralık 2009 Çarşamba

BU YAZI BİR GECEYARISI YALNIZLIĞINDA YAZILDI


Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi yapmak istiyorum.
İzin verirseniz...
Size açık açık içimi dökmek...
Biliyorum. Oradasınız...Ve ne zaman, tasarlayarak değil de, gönlümden taşarak bu tuşlara, coşarak, vurmaya başlarsam...
Siz ben, ben siz oluyorum...O yazıların hemen ertesinde, ara sokakların loşunda beni tanıyıveren bazı okurlarım; kollarımdan tutup sarsıyor ve gülümseyerek, “O yazın...İşte o dokundu ve çok çok güzeldi” diyor. O yazı illa ki siyasi olmayanlar...
İçim taşıyor ve gene kimseler görmeden, küçük bir umutla, gözlerim yaşarıveriyor.
Çoğunuz, elbette, Nihat Genç’i soruyor. Sormayın...
Bir gün mutlaka...
Ama ötesinde bir kaç kelime edivereyim. Zira birikti...
Kapatmaya uğraşıyorum kendimi...Takip edebildiğim kadarıyla tarifsiz bir sevdayla sevdiğim bu kadim toprakların hal ve geleceğine ilişkin yorumlar yapmaya çalışıyorum.
Ötesinde de, şu aşamada anlatamadığım; anlatamayacağım ne varsa, sırf yarına kalsın diye yazıyorum...
Anlayan az ama öz.
İyi ki varsınız.
Bilmek ve güç almak o kadar önemli ve şahane...
Anlatamam.

KÖRLÜK

Binlerce Tekel işçisi Ankara’nın göbeğinde feci şekilde dövüldü.
Fabrikaları kapatılan, gelecekleri tehdit edilen bu işçiler aileleri, çocukları ve kendileri için onurlu bir hak arayışı sergiliyorlardı.
Hiçbir yere saldırmadılar. Kimseye zarar vermediler.
Türkiye’nin dört bir yanından gelip geleceklerini ellerinden alan hükümeti, demokratik haklarını kullanarak protesto ettiler.
Görüntüden rahatsız olan hükümet ise bu işçileri döverek dağıttırdı... Bu rezillik neresinden bakarsanız bakın önemli bir haberdir. Fakat dün dehşetle gördük ki hükümete yakın gazetelerin hiçbirinde bu olaylara yer verilmedi.
İktidara yakın bazı yazarlar ise hiç utanmadan hak ararken meydan dayağı yiyen işçilere “Ergenekoncu” göndermesi yapabildi.
Hak arayan işçiler “şer odağı”...Elbette dayak yiyecekler...Bunu haber yapan da zaten Ergenekon medyası...
Medyanın bu Goebbels’leri artık mide bulandırıyor.
İktidarın işçilere yönelik açık baskı, hak ihlali ve saldırılarını tartışamazken bu kalemlerin hemen her gün “demokrasi”, “özgürlükler” ve “açılım” kelimelerini ucuz bir sos gibi yazılarına boca etmelerini nasıl izah etmeliyiz?
İktidar ve medya ilişkisi gerçekten son derece sorunlu bir ülkede yaşıyoruz.
Bu sütünda, defalarca, bu ilişkinin yapısal bozukluğunun sistemin tamamını zehirlediğinden bahsetmişimdir.
Önceki gün Tekel işçilerinin maruz kaldığı çirkin ve kabul edilemez saldırıyı “görmeyerek” sicillerine unutulmaz bir çentik attı bu cenah.
Aslına bakarsanız şunu da açık açık konuşmak gerekmiyor mu? Konuşulması gereken konulara karar veren bir kollektif oluştu.
Medyanın her iki ayağı için geçerli bir tez bu...
Kürt meselesi konuşulacak...Konuşalım...Birileri memleket gündemine karar veriyor ve biz aylardır mesela “Kürt açılımı” konuşuyoruz.
Ciltler dolusu yazı yazıldı, binlerce saat yayında, yüzlerce farklı adam sadece bu meseleden konuştu.
Aylar geçti...Ortada somut tek bir şey var mı? Yok...
Bursa’da yerin yüzlerce metre altında 19 işçi gözgöre göre ölüyor. İşçileri bu kadar vahşi bir şekilde ölüme mahkum edenler hakkında insanlığımızdan utandıracak kadar az konuşuyoruz.
İstanbul’da itfaiye işçileri dayak yiyor...Gören bilen yok...Sendikacılar gözaltına alınıyor...İşiten yok.
Her ay binlerce insan işsiz kalıyor. Yuvalar dağılıyor, cinayetler artıyor, suç patlıyor...Biz ne konuşuyoruz? Demokrasi...
Kavramların içini boşaltıp, anlamını esnetmekte mahir bu adamların sicilini nereden okumak gerek?
Amerika’nın Irak işgalinden...
Tezkerenin tartışıldığı günlerde köşelerinden Amerika lehine avaz avaz bağıran bu “muhafazakar” kalemler Irak’ta bir milyon insanın öldürülmesi karşısında aynı şeyi yapmadılar mı?
Hemen kör oldular.
Dün Tekel işçilerinin maruz kaldığı saldırıyı göstermemeleri de aynı sebepten ötürü...
Körlük...Kasıtlı bir körlük bu...
Artan bu körlüğün nedeni çok açık.
Vicdansızlık ve ahlaksızlık...

29 Kasım 2009 Pazar

NEYİ KURBAN EDİYORUZ?

Bu bayram eve kapattım kendimi...
Her kapanış aslında içsel bir yolculuktur. Bu yolculukları giderek artan oranda daha çok seviyorum.
Filmlere, internete, yazılara, dostlardan gelen mesajlara bakıyorum.
Bazen böylesi sessizlik anlarında, ansızın bir gece vakti mesela, gelen tek bir mesaj, okunan tek bir satır sizi sarsar.
İster istemez insana; yaşama; sizi çevreleyen değerlere derinlikli bir bakışla yaklaşıp gerçekliğe teslim olursunuz.
Gecenin kör karanlığında bir anda o fotoğrafı gördüm.
Urfa’da arka tendonları kesilen boğanın halini...Bedeninin ağırlığını taşıyamadığı için arka ayakları kırılmış; kanlar içindeki debelenen o boğanın hali ve etrafındaki insanların yüz ifadeleri insanlığımdan utandırdı beni.
Önceki kurbanlarda, giderek artan oranda bu vahşet görüntüleri ortalığa saçılıyor. Yıllar önce rahmetli babamın İstanbul’da koç yerine büyük baş hayvan kesiminin artışını fark ederek, “Eskiden böyle bir şey yoktu. Sadece koç kesilirdi” dediğini hatırlıyorum.
Birisinin artık çıkıp yüksek sesle söylemesi gerek.
Bu kurban bayramı değil zulüm bayramı!..
Nefsinize zulüm ediyorsunuz. Zira amacınız Allah’a yaklaşmak değil önce midelerinizi sonra buzluğunuzu etle doldurmak.
Hatırlatmakta fayda var...
Kurban kesmek farz değildir.
İslamın beş şartından biri de değildir.
Her geçen yıl şahit olduğumuz görüntüler; kurulan hayvan pazarlarında koç yerine büyükbaş hayvanların sayısının artması neyin işareti?
Böylesi bir kurban bayramı insanı Allah’a yaklaştırır mı? Uzaklaştırır mı?
Hadis âlimi Abdurrezzak el Musannef çok önemli bir kaynaktır.
Ondan okursak: "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile sahabeden Ebu Menut el Ensari, mali durumları çok müsait olduğu halde, kurban bayramlarında kurban kesmezlerdi! Biz de kesersek herkes kurban kesmeyi farz zanneder diye!"
Muhyiddin İbn Arabi ve Mevlânâ’ya göre en büyük kurban nefistir.
Mesele nefsinizi kurban etmektir. Kaldı ki İbn Arabi’nin yazılarını batıni bir bakışla okuyan kimileri, kan dahi akıtmamak gerektiğini söyler.
Cüneyd-i Bağdadi, “Mina’da kurban kesen bir mü’min, eğer nefsinin bütün arzularını boğazlamazsa kurban kesmiş olmaz.” demiştir.
Nefsimizi kurban etme, ancak olumsuz her fiil ve durumu muhasebe ve murakabe sürecinden geçirerek Allah yolunda ve Allah için etkisiz hale getirmekle mümkün olabilir.
Bu inceliklere kafa yoracak kaç kişi var?”Efendim, halkımız bunları bilemez. Kurban sosyal bir gerçekliktir.”
Hadi oradan...Anlatılamaz mı?
Muhafazakarlıkta yarışan yeni elitlerimiz maaşallah medyanın yarısından fazlasını; onlarca televizyonu, yüzlerce radyoyu kontrol ediyor. Büyük kanalların kepazelik dolu haber bültenlerinden umudumuz elbette yok.
Görünen o ki onlar da bu manzaraya alışmışlar. Ver kanlı görüntüleri, koy müziği, gelsin rating...Zaten bu vahşetin yıllar içinde sıradanlaştırılmasıyla halkımız bu hale gelmedi mi?
Oysa müslüman geçinen TV kanallarımız da var. İktidar körleştirmesin. Bu fırsattır. Etkinizi biraz da gerçek İslam’ı anlatmak için kullanın.
O boğanın yol ortasında bu halde işkence edilerek öldürülmesinde sembolize olan “kurban halleri” hangi din alimi tarafından nasıl savunulabilir?
Televizyonlarda birbirinden kelli felli müslümanlar çıkıp halkımıza İslam’ı anlatıyorlar. Bir Allah’ın kulu da çıkıp halkımıza “kurban”ın neyi kurban etmek olduğunu anlatsın...
Ben gene söyleyeceğimi söyleyeyim.
Mesele kan akıtmak değildir. Mesele et istiflemek değildir.
Ve inanın müslümanlık bu değildir. Olamaz.
Bu açık bir zulümdür.

DUBAİ’Yİ ERGENEKON ÇÖKERTTİ.

Yıllar önce Pakistan’ın ilk özel haber kanalı GEO TV’yi kurmak için Karaçi’ye gitmiştim. CNNTURK’ü kuran Amerika’lı çekirdek ekip birkaç aylığına beni danışman olarak çağırmış ve Pakistan yollarına düşmüştüm.
Tamamı “expat”lardan oluşan bir ekibin üyesiydim. Bazıları Musevi, bazıları Amerikalı, bazıları Güney Afrikalı, bazıları Norveçli; tıpkı o Hollywood filmlerindeki (Ocean’s Eleven, Mission Impossible,vs) gibi konusunun uzmanı, arıza tiplerden oluşuyorduk.
Karaçi’de uzun namululu korumalarla dolaşmaya zorunluyduk.
Bırakın geceleri gündüzleri bile en basit alışverişleri yapmaya çarşıya çıkışımız çok sert protokollere tabiydi.
Müslüman ve Türk olmak beni fazlasıyla bunaltmıştı.
Zira, Pakistan’da Türk olmak inanamayacağınız bir özgürlüktür.
Neyse, aradan aylar geçti ve Dubai’ye gidecek ekibe seçildim.
Asıl takım oraya gitti ve ana yayın stüdyolarını kurmaya başladık.
Tam da o günlerde Dubai yükseliyordu.
Anlatılamaz bir ihtişamla giydirilmiş; enerjik, vizyoner, gelecek yüzyılın tüm yükselen değerlerini vaat eden Dubai baş döndürücüydü.
Kaldığım otelin tam karşısında Palm inşaatı yeni başlamıştı.
Kısıtlı tatil günlerimden birinde araba kiraladım ve o dev alışveriş merkezlerini dolaşmak için yollara düştüm.
Air Condition’lı arabamla otobanda giderken sağ şeritte bir otobüsü yavaş yavaş geçmeye başladım.
İster istemez kafamı çevirdim ve camları açık o tuhaf otobüste bana boş; bomboş gözlerle bakan onlarca insanı fark ediverdim. Ayağımı gazdan çektiğimi anımsıyorum. Yavaşladım...
O otobüsle aynı süratte giderken, o dayanılmaz çöl sıcağında camları açık bu otobüste tek tip giyinmiş bunca yanık tenli insanla göz göze geldim.
Tek tek gözlerine; hallerine bakmaya başladım.O kadar sarsıcıydı ki...
Ertesi gün, o uçsuz bucaksız çöle serpili dev tesislerin; şantiyelerin, beşyıldızlı otellerin, alışveriş merkezlerinin etrafındaki palmiyelerin gölgelerine sığınmış insan lekeleri dikkatimi çekmeye başladı.
Dubai işte tam burada yükseliyordu.
Dubai; ortadoğu’nun bu nadide incisi yoksul ülkelerden gelen yoksul amelelerin terlerinden inşa oluyordu.
Bakan gözlere kendini vaat eden “yükselen değerler”.
Gören gözlere ise “insanlığın yüzkarası” bir tablo.
O sıcağı ve nemi size nasıl anlatabilirim ki?
İslam’ın kendini iptal ettiği o dünyayı nasıl tasvir edebilirim?
O dayanılmaz sıcak ve nemde saatlerce çalışmanın ne demek olduğunu?
Mesai bittiğinde otobüslere binip, cehennem sıcağında, kontrollü gettolara transfer edilmenin ağırlığını?
“Modern hapishaneler”e giderken yanınızdan geçen Ferrari’lerin, jeep’lerin içindeki zengin Araplar’ın kaçamak bakışlarına bakmaya mecali olmayan Müslümanlar’ın halini?
Dubai benim için İslam’ın iflasıdır.
“Küreselleşmeye eklemlenmiş İslam’ın sonu Dubai olacaktır” dediğimi hatırlıyorum.
Bugün Dubai batıyor.
Batmalı.Ve elbette batsın.
“Faiz haramdır” diyemeyen her mürşid ve her müridi batmaya mahkumdur.
Bunu haykıramayanlar azade değil.
Dubai bugün değilse yarın; onun benzeri rejimler ve ruhunu satmış sahte iktidarlar kesinlikle çökecek.
Müslüman kardeşlerini sömüren, Irak’ta milyonlarca insan, kadın çocuk demeden katledilirken sesini çıkarmayan ve işine bakan, paradan para kazananlar çökecek.
Vahşi liberalizme iman et sonra “Allah” de!...
Allah senin belanı verir.
Önce bu dünyada sonra ahirette...
Ben demiyorum...Kur’an diyor...
Ah, pardon, belki Ergenekon’cular diyordur...
Zaten Dubai’nin bu acı verici ve şaşırtıcı çöküşü de Ergenekon’un planlarından biriydi...
Henüz ele geçmedi. Yakında bir bilgisayarın hard disc’inde şemasıyla çıkar. Şüpheniz olmasın.

3 Eylül 2009 Perşembe

BEYRUT...BEYRUT...

İnsan, yıllar yıllar sonra karşısına çıkan bir güzelliğe kaçınılmaz şekilde aşık olduğunda ilk duygusu onsuz geçen zamana yanmak olur.
Beyrut, bende bu duyguyu yarattı.
Lise yıllarında odamın duvarlarını, yaşıtlarımın aksine, popçuların değil Beyrut’un fotoğrafları süslerdi.
Gazeteciliğe tutkuyla bağlanmamın nedeni Coşkun Aral’ın ve Savaş Ay’ın 80’li yıllarda iç savaş sırasında Beyrut sokaklarında çektikleri fotoğraflar ve öyküleridir.
En büyük hayalim bu şehire gelip, o çok cepli sarı gazeteci yeleklerini giyip boynuma iki üç makine asarak, kurşun yağmuru altında fotoğraf çekebilmekti.
Sonradan tutkuya dönüşen bu hayalimi dünyanın başka çatışma alanlarında gerçekleştirdim. Ama Beyrut’a hiç gelemedim.
İsrail tarafından 33 gün bombalandığında en sert yayınları SKY’da yaptım...
Beyrut bombalanıyordu!...Nasıl durabildiğime, atlayıp gidemediğime hala şaşarım. Kısmet bugüneymiş.
Bir gece yarısı indik Beyrut’a...Havalimanından Hamra’daki otele kadar bu yorgun şehri izledim. Hayallere daldım...
Mimarisini nasıl tasvir edeyim?
Levanten pencerelerde yer yer mermi ve roket izleri duruyor.
Rüzgarda uçuşan tüllerin ardından turuncu ve flu ışıklar sızıyor. Bu eski binaların yanıbaşında karanlığı delip geçen modern rezidanslar inşa edilmiş. Ediliyor...
Herbiri milyonlarca dolara satılmış ve kapkaranlık...
Zira körfez zenginleri alıp yılda 15 gün geliyorlarmış...
Beyrut hakikati artık iyice aralara sıkışmış izlenimi veren eski binalarda saklı...Her pencere bir başka öyküyü usulce sunuyor... 30 yıl önce bu sokaklarda Falanjistler, Şii milisler, Emel militanları şarjör boşaltıyordu...Mermi sesleri yerini Fairuz’un kadife sesine terk etmiş...
Beni birkaç saat içinde nasıl içine aldı bu şehir?
Çok yaşamış, çok görmüş, çok ızdırap çekmiş ve hala tüm vakarıyla ayakta...
Etkisinin sırrı sakin ve bilgeleşmiş gücünde saklı. Tüm coğrafyaya uzun ve edebi dersler veren yorgun duvarları var bu şehrin. Köşe başlarındaki kuytular hala hainleri gizliyor elbet.
Ama önemi yok...Hristiyan tarafına geçiyorsunuz..A’raf...
Modernitenin tüm imajı ve markaları, “trendy” dekorasyona sahip barlar, cafeler, restoranlar, gece kulüpleri...Başdöndürücü...
Herkes için bir şey var bu şehirde...Ne arzu ederseniz.
En mühimi “bildik” otorite yok. Yani devlet yok aslında burada.
“Paspartu”n para...Herşeye ve herkese...
Yarın sabah alt üst olabilecek bir Babil kulesi inşa oluyor burada, Beyrut’ta...Hüzünlü bir melodiye kulak vermişken köşeden, tufahlıkla ama kontrast da yaratmadan, İbiza fırlıyor.
Sahilde son derece seksi giysiler içinde koşan dilberlerin yanında peçeli kadınlar yürüyor. Manzaranın görece absürdlüğüne şaşkınlıkla bakan tek sizsiniz.
Gücü ve güzelliği de içinde; burada saklı...Görebilene yaralarını göstermeye...Anlamaya çalışana hikayelerini anlatmaya hazır şuh bir bilge Beyrut...
Anlatacak o kadar şey vaadediyor ki durup, bir an, bu şehirde yavaşlamalı...Bir köşeye yerleşip durmalı ve izleyip dinlemeli.
Sanırım daha çok yazacağım bu şehri...
Bir iki önemli not...THY hergün iki kez uçuyor Beyrut’a ve vize yok.
Oteller oldukça ucuz...Türk olmak büyük avantaj...Müthiş sempatileri var bize...Buna mukabil Türkiye’ye giden Lübnan’lılara Türkiye vize uyguluyor ve özellikle kara yoluyla gelenlere polisimizin yaptıklarını yazmaya gerçekten utanıyorum. Doğruluğuna da inanmak istemiyorum.
Sözün özü....Anlatılmaz yaşanır. Ben hem yaşayacağım hem anlatacağım.

13 Ağustos 2009 Perşembe

ÇAKAL CARLOS'TAN SELAM VAR...


Biz antin kuntin işlerle “gündem” diye uğraşa duralım. Express dergisi, şahane bir gazetecilik örneği vererek müthiş bir görüşmenin kayıtlarını yayınladı.
“Çakal Carlos” lakabıyla anılan İlich Ramirez Sanchez, Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği'nin düzenlediği Ortadoğu Konferansı'na katılan Leyla Halid'i telefonla aradı.
Ünlü “İlk Filistin’li kadın terörist(ona terörist derken bu kelimenin anlamını boşaltmak nasıl hoş bir duygu anlatamam!)” Leyla Halit, bir konferans vesilesiyle memleketimize geldiğinde Çakal Carlos onu telefonla aradı ve dergi bu görüşmeyi kaydedip yayınladı. Alınıp okuna…
Bu arada dünyanın en ünlü teröristi “devrimci islam” adında bir kitaba imza attı.
Hiç sırası değilken(neye göre?) ve aslında tam da zamanında o kitaptan bazı alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum.
''11 Eylül bir başlangıçtır'’
''11 Eylül'den çıkan ders, kendini yenilmez zanneden ve bir tür cezasız kalacağına emin olma kompleksi geliştirmiş bir sistemin yaralanabilirliğidir.''
''B52'leri kullananlar, coğrafyayı değiştirenler, dağları, ovaları bombardımanla yok edenler, insan hakları adına basınç bombası -hani Vietnam ve Irak'ta kullanılan ve beş yüz metrelik bir alandaki tüm oksijeni tüketerek her şeyi yakan bombalar- kullananlar “terörist” değil kuşkusuz…Sivil yerleşim bölgelerini, Hartum'da olduğu gibi ilaç fabrikalarını, Belgrad'daki gibi elçilikleri hedef almak, pilotsuz uçaklarla düğün alaylarını, Afganistan kasaba veya yollarındaki yolcuları katletmek terörizm değil. Zırhlılar, F16'lar ya da helikopterlerle Cenin'i Gazze şeridini, Beytüllahim'i taş taş üstünde kalmayana kadar bombalayanlar, seyreltilmiş uranyumlu mermileriyle atmosfere ölümcül tozlar yayanlar ''terörist'' değil elbette. onların eylemleri yasal, neden oldukları ölümler meşru, geride bıraktıkları cesetler de ''demokratik''...'' 


''Amerika niçin kökensiz, imansız, kanunsuz, vatansız burjuvazinin işbirliğiyle yağmaladığı üçüncü dünya ülkelerinin zenginlikleriyle yetinemiyor? Delice Mcdonals'laşan dünyanın bütün yan ürün ve pisliklerini, tüm iman ve ruhuyla reddeden halkları yönetme hakkını nereden buluyor?''
''ABD halklara zorla demokrasi verebileceğini neye dayanarak düşünüyor?''
''İnsanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmek için bazen onları öldürmek faydalı hatta gerekli olabiliyor. Bu konuda kimse ABD’nin eline su dökemez...''

''Amerikalılar yüzlerce Usame öldürseler de kendi yaktıkları direniş ateşini söndürmeyi başaramazlar.''
''Sadece bu bakış açısından bile ''terörizm'', modernlik girdabına henüz kapılmamış halklar ve toplulukların verebileceği tek cevap sanki. Tüketim toplumlarının dinamikleri tarafından henüz tamamen zehirlenmemiş ve körleştirilmemiş olanların hepsi için, bunun sistemin sessiz zulmune karşı çıkma yollarından biri olması doğaldır. Burada yüz üstü bırakılmış, sömürülmüş ve az gelişmiş “güney”i kibirli ve tamahkar “kuzey”le karşı karşıya getiren büyük çatışmanın, tesadüfi olamayan kaçınılmaz bir dış tezahürünü görmek de mümkündür.”
''Terörist eylem aracılığıyla, fakirler ve aşağılanmışlar seslerini duyurur, dünyaya varlıklarını hatırlatırlar. Ama dünya uyarı ateşini, haberdar edilmeyi, hatırlatmayı dikkate almayıp, aldırmazlık ve duyarsızlıkla kör olmuş şekilde yoluna devam ederse, oh olsun ona, kibirli kuleleri yıkılıverir!'' 


''Bu şartlarda bize demokratik olma iddiasındaki modelinizi kabul ettirmeye çalışmanız, bize zorbalıkların en kötüsünü, topraklarından kovulan Filistin halkınınkine eşdeğer bir zorbalığı yaşatmanız demektir. Oysa toplumsal modelleriniz rekabete açık değil, totaliterler ve siz bunun farkında değilsiniz. İstemediğimiz bir hayat tarzını sınırsızca ihraç etmeye can atıyorsunuz; reddettiğimiz bir hayat tarzını.'' 

''Şiddete başvurmak daima kötünün iyisi olarak kalır; savaş ancak tüm görüşmeler, politik ve diplomatik yollar tüketildiğinde gündeme gelir. Savaş iç sızlayarak yapılır çünkü o bir oyun değil zorunlu bir kötülüktür...'' 

''Allah’ın sevgili kulunu, iyi mümini, ne sakalının uzunluğu ne türbanının rengi belirler. beş vakit namaz kılmak, hacca gitmek, fitre ve zekat vermek iyidir tabii, gereklidir elbette, ama sadece ''insanın kalbinden geçenle'' ilgilenen Allah’ın gözünde, yeterli değildir. Allah’ın sevgili kulu, gerçeğe aşık olandır, adalete susayandır ve bu seviyedeki ayırım sadece gerçek inanlarla diğerleri, dini bütün müslümanlarla, müslüman olmayanlar arasında değil; gerçek iman sahipleriyle, Allah’ı, gerçeği ve adaleti arayışları aracılığıyla sevenlerle bütün putlara satılmışlar arasında olacaktır ve bu da gerçek mümin görünümlü bir sürü iki yüzlü ve döneği baştan eler.''

Çakal Carlos, yeni adıyla Salim Muhammed, Fransa’nın yüksek güvenlikli mapushanesindeki tek kişilik hücresinden dünyaya, gönüldaşlarına selam çakıyor....
Bu içten selamı almayan bizden değil...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

ÖZGÜRLÜK AŞKTAN BÜYÜKTÜR


Bu kudretli sözü Nihat Genç’ten duydum.
Vuruldum...
Nihat ağbi nasıl içten, nasıl enerjik, nasıl tutkulu...Dönüp dönüp yazılarını okuyorum...Kıskançlık ve utanç içinde izliyorum. Gülümsüyorum...
Bir çağlayan gibi gürül gürül, pırıl pırıl, dupduru akıyor...Ona neden ket vurulup lekelenemeyeceğini şimdi şimdi çözüyorum.
Bir çağlayanın sırrı nedir? Coşkun özgürlüğüdür. Kelimelerinin gücünü yaşamın pınarından; Allah’tan alırsan ve onlar bembeyaz köpükler gibi saçılırsa sen o kelimeleri tutabilir misin?
Tarihten, aşktan, şiirden, insanlık ülküsünden, dinden, inanıştan, doğrudan, güzelden ve özgürlükten bahsediyor.
Yitik bir coğrafyanın kayıp haritasını tarif ediyor. İnançla ve tutkuyla...
“Bizi bu toprak delirtti...Duygu yanmaları olur bende...Bu deliliği bulaştırmak istiyorum. Türkiye’ye bulaştırmak istiyorum. Kaya tohumlamaz. Ölecek insan tohumlar...
Sevda mı dersiniz, aşk mı dersiniz, ben giderim yane yane mi dersiniz..Bilemem ama biz bu deliliği çoğaltacağız.
Herkesin içinden tutuştuğu bir alevdir isteğimiz.”
Gönülyazan Nihat...Tutuş. Tutuştur...
Gözyaşı döken insanlara deli muamelesi yapılan bu ülkede sen ağlamanın ne denli saygı uyandıracak bir insanlık titremesi olduğunu öğrettin.
Ülken için, kendin için ağlamak bu ülkenin güneşidir.
Toros’lardaki ağıtlara bakıyoruz...”Türkiye’nin gerçek elması o ağıtlardır.” diyor Nihat Genç, “Bu topraklardan kaçırılamayacak tek hazine budur. Yunus, Mevlana, Pir Sultan böyle konuştu...Böyle ağladı.”
Modernite bizi psikaytri ve medya ile kıskaca aldı.
Güçlü güçsüz, hasta sağlıklı, iyi ve güzel, onların dayattığı kalıplarla anlam buldu.
“Ağlıyor musun? O zaman sen delisin.”
Neden ağlıyorsun?
Türkiye için...
Sen kesin delisin.
Cilalı duvar çağındayız. Zengin ve kudretlileri; yoksul, deli ve çaresizlerden ayıran cilalı duvarlar çağı...
Şayet zenginsen duvar örersin. Fiyakalı olsun diye de cilalarsın...Medyan varya...
Beton duvar örersin, çelik ve jiletli teller gerersin, mayın tarlaların vardır, silahlı güçlerinin tuttuğu sınırların vardır ve daha önemlisi o sert ve aşılamaz duvarları adeta bir tül gibi şeffaflaştıran flu bir medyan vardır.
Yoksulun ekmeği umut diyerek bu duvarlara çekinerek mi bakacağız?
O duvarların ikiyüzlü, çıkarcı, kahpe, kişiliksiz ve tamahkar bekçilerinden mi korkacağız?
Onların duvarları, sopaları ve elbette kendilerinden bile gizledikleri koca koca korkuları var.
Yoksulların elinde o duvarın dışı ve ağaçlar var.
Duvarın dışı daima daha büyüktür. Ağaç ise size korur. Korkmazsınız bir ağacınız varsa...Güven verir.
Allah insana ne verdi? Özgürlüğü...
Bizler, bu çöküş günlerinde aşka değil özgürlüğe sarılacağız.
Özgür olmayanın aşkı olur mu?
Nihat Genç, gene soruyor...
“Bir yazar bir insana ne kadar dokunabilir?”
Bir insana ne kadar dokunabilirseniz o kadar Allah’a yaklaşırsınız.
Kimse insana dokunmaya çalışmıyor. Onu zapturapt altına almaya çalışıyor.
Oysa özgürlük bir kutlu kavgadır. Bizi ve herkesi içinden tutuşturması gereken...
Tutuşmak, delirmek gerek...
Gün delirme günüdür. Özgürlüğümüz için delirmemiz şart. Sıradan olamayız...Her köyde, her mahallede eteklerini öpecek bir abdal’a hemen şimdi ihtiyacımız var.
Aşk mı büyük özgürlük mü?
Aşk köleliktir. Özgür olmak için delirin.
Gelin bu kutlu ateşi içimizden tutuşturalım.
Yoksa olmayacak...Başka türlü olmayacak...Aşk aşk diye diye duvar dibinde ya köle olduk ya köpek...
Her ne yapıyorsanız bir gün bir an için gidin ve bir ağaca sırtınızı yaslayıp hayata ve kendinize bakın...
Anlarsınız.

IMF PABUCU YARIM ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM...




Çok uluslu kapitalist şirketlerin, devletlerin temsilcileri ve bürokratları, milyarlarca insanın hayatını karartacak kararlar alacakları IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantısı nedeniyle 6-7 Ekim 2009 tarihinde İstanbul’da olacaklar.
Yoksul milyarlar ve üzerinde yaşadığımız gezegenin geleceği için sömürü zincirine bir halka daha eklemekten başka bir işe yaramayan ekonomik paketlerin, yapısal uyum koşullarının, kemer sıkma politikalarının ve yeniden yapılandırmaların konuşulacağı, kapitalist egemenlerin çıkarını korumak adına yapılacak bir zirve toplantısı daha...
Bunca deneyim açık bir şekilde göstermiştir ki (Arjantin, Jamaika, Ekvador vs.) uygulanan IMF ve Dünya Bankası politikalarının insanlara yoksulluktan ve sömürüden başka bir vaadi yoktur ve olamaz. Kapitalizmin küreselleşmesinin başlıca mimarlarından olan IMF ve Dünya Bankası, kentsel dönüşüm politikaları (soylulaştırma) ile yoksulların evlerinden ve yaşam alanlarından sürgün edilmelerinden; yaşamın en temel unsuru olan suyun özelleştirilerek bir avuç şirketin ipoteği altına alınmasından; uygulanan tarım politikalarıyla tüm insanlığın GDO’lu gıdalara mahkum edilmesinden; yeni istihdam yasalarıyla çalışanların zincirlerine yeni halkalar eklemekten birinci dereceden sorumlu aygıtlardır.
13.000 soyguncu ve bunları korumak için emir almış daha fazla sayıda kolluk kuvveti o günlerde aramızda dolaşıyor olacaklar. Büyük bir olasılıkla da o günlerimizi cehenneme çevirecekler! Aramalar, kimlik sormalar, yolları kapamalar, çit örmeler vs..
Biz diyoruz ki, gelin bu günlerde biz onların yaşamını cehenneme çevirelim. Ezilenlerin şenliği, onların cehennemi olsun!
1-8 Ekim arasında IMF ve Dünya Bankası’na karşı çeşitli eylemler, etkinlikler, film gösterimleri, atölye çalışmaları, konserler organize etmeyi düşünüyoruz. Başka ülkelerden ve şehirlerden geleceklerim barınma ihtiyaçları karşılanacaktır. Organizasyonları ve etkinlik hazırlıklarını birlikte gerçekleştirmeyi düşünen ve katılmak isteyenler iletişim bilgileri üzerinden bizimle temasa geçebilirler. Ayrıca yapılan hazırlık çalışmaları hakkında düzenli bilgi edinmek isteyenler periyodik olarak güncellenecek web sitemizi ziyaret edebilirler.
Direnişin şenlikli günlerinde uluslararası dayanışmayı yükseltmek umuduyla!

Yazarın Notu:
Yukarıdaki köşe yazısı http://direnistanbul.wordpress.com/ adlı mekanda(ve elbette başka yerlerde) örgütlenen direniş günleri koordinasyonun çağrı metnine ayrılmıştır.
Dünyanın dört bir yanından geleceklere ve Türkiye’den onlara katılacaklara Allah güç kuvvet verip direnişlerini daim kılsın…İyi ki varlar. Umutlanıyoruz…Gönülden destekliyoruz.